Seyranî mahlâsını kullanan iki âşık vardır. Bunlardan biri Ispartalı, diğeri Develili olup, her ikisi de aynı yüzyılda yaşamışlardır.

Develili Seyranî 1800 yılında Kayseri’nin eski adı Everek, şimdiki adı Develi olan ilçesinde doğdu. Asıl adı Mehmet, şiirlerinde kullandığı mahlas Seyranî’dir.

Babası Cafer Efendi ilçenin imamıydı ve maddi durumları pek iyi değildi. Önce babasından ders alarak okuma yazmayı öğrendi. Daha sonra iki yıl kadar medreseye devam etti, ancak ekonomik güçlükler nedeniyle eğitimini tamamlayamadı.

Develi o dönemde âşıkların uğrak yeriydi. Dönemin âşıkları sık sık burada buluşup meşk ediyorlardı. Saza ve şiire ilgi duyan Seyranî de bu tür meşklere katılıyor, usta aşıkları dikkatle izliyor, onlardan bir şeyler öğrenmek için çaba harcıyordu. Bir süre sonra yavaş yavaş saz çalmaya ve şiirler söylemeye başlamıştı. Yazdığı şiirler yaşına göre çok ustacaydı.

Kısa bir zaman içinde kendinden bahsedilen, şiirleri dillerde dolaşan bir âşık oldu. Seyranî'nin ününü duyan çevre il ve ilçe aşıkları sık sık Develi'ye gelerek onunla atışıyorlar; Seyrani ustalığını konuşturarak onları pes ettiriyordu.

Artık Seyrani’ye Develi dar gelmeye başlamıştı ve her aşığın gönlündeki şehir olan İstanbul'a gitmeyi arzuluyordu...

Sultan Abdülmecit'in tahta geçtiği yıl olan 1839 da İstanbul'a gitti. O yıllarda İstanbul'da semai kahvelerine, saz söz meclislerine ilgi gösteriliyor, âşıklar birer bilge kişi olarak görülüyor, dinleniyordu. Bu meclislerin müdavimleri, aşıkları yalnız bırakmıyor, onları meclisten meclise, kahveden kahveye taşıyorlardı. Saray'da devlet erkânının konaklarında, zenginlerin köşklerinde bir araya gelen âşıklar, birbiriyle tanışıyor, söyleşip, atışıyorlardı. Bazı paşa ve beyler, âşıkları himaye ediyor onlara rahat bir hayat sağlıyorlardı.

Böylesi bir zamanda İstanbul'a gelen Seyranî, zamanın saz ve kalem şairleriyle tanıştı, onların sohbetlerinde bulunarak görgüsünü, bilgisini artırdı. Develi’de yarım kalan medrese öğrenimini de burada tamamladı. Âşıkların toplandığı semai kahvelerinde düzenlenen bir çok atışmaya katıldı.

Ancak Seyranı yaratılışı gereği, etrafında gördüğü yanlışlıkları, rüşveti, adaletsizliği, cahilliği görmezlikten gelemeyen ve şiirlerinde ağır bir şekilde hicveden, dik kafalı bir aşıktı. Katıldığı atışmalarda devlet büyüklerini de eleştirmeye başlayınca başı derde girdi. Hakkında soruşturma açıldı ve yakalanmamak için de yedi yıl kaldığı İstanbul’dan bir dostunun yardımıyla Develi'ye kaçmak zorunda kaldı.

Bir süre Develi’de kalan Seyrani daha sonra Halep'e gitti, ancak orada da fazla kalamadı, tekrar Develi’ye döndü.

Halep’ten dönüşünde kendisini içkiye verdi. Seyranî için artık güzel günler bitmiş; sıkıntılı bir dönem başlamıştı. Yaşamının sonuna doğru bir de sinir hastalığına yakalanan Seyrani, çevresindekilerle de geçinemez olmuştu. Bu yüzden son döneminde halk arasında "delirdi'' diye söylentiler çıkıyordu. Ne var ki yaşı da bir hayli ilerlemişti ve Develi’den başka bir yere gidecek gücü kalmamıştı.

Böylesine fırtınalı bir yaşamdan sonra arkasında bir dolu güzel eser bırakarak 1866 yılında doğduğu yerde vefat etti ve aynı yerde defnedildi.

Seyranî Hece ölçülü şiirlerinin yanı sıra Divan geleneğine uymaya çalışarak aruzla ve ağdalı bir dille şiirler yazmış, ancak asıl başarısını âşık geleneğine bağlı şiirlerinde göstermiştir. Güzelleme ve taşlama türünde de oldukça başarılı örnekler vermiştir.

Yaşadığı dönemin cönk ve dergilerinde yer alan şiirlerini ilk kez Everekli Müftüzade Ahmet Hazım (Ulusoy) toplamış ve Sahihât-ı Seyranî adıyla yayınlamıştır.

Şiirlerinden Örnekler:

- 1 -

Gönül serden geçer yârdan geçemez
Bağlanmış ikrara kavî özlüyüm
Her sözüm dinleyen özüm seçemez
Sırat köprüsünden ince sözlüyüm

Benim sözüm çürük değil sağ gibi
Çürük sözler erir akar yağ gibi
Üzerinden kervan geçer dağ gibi
Yokuşluyum sanma beni düzlüyüm

Yolcu ateş yanmak ile yol yanmaz
Erenlerin dokunduğu gül yanmaz
Cehennemde günah yanar kul yanmaz
Ben günahtan sürmelenmiş gözlüyüm

Seyranî aradım onu her yerde
Aşk-ı hakikatle düştüm bu derde
Tuttum günahımdan yüzüme perde
Rabbim divanında kara yüzlüyüm

- 2 -

Muhabbet küpünün olsam şarabı
Yar beni doldurup içer mi bilmem
Mamur olmak için gönül harabı
Bir mimar eline geçer mi bilmem

Bülbüle gül yarar deveye diken
Çileymiş aşığın belini büken
Elin tarlasına ekini eken
Helal malım diye biçer mi bilmem

Kimse mevtasına kefen biçmiyor
Helalini haramından seçmiyor
Kelp iken kelp yavrusundan geçmiyor
Tanrı Seyranî’den geçer mi bilmem

- 3 -

Eski libas gibi aşıkın gönlü
Söküldükten sonra dikilmez imiş
Güzel sever isen gerdanı benli
Her güzelin kahrı çekilmez imiş

Bülbül daldan dala yapıyor sekiş
O sebepten gülle ediyor çekiş
Aşkın iğnesiyle dikilen dikiş
Kıyamete kadar sökülmez imiş

Sevdiğim değildin böylece ezel
Aşkının bağına düşürdün gazel
İbrişimden nazik saydığım güzel
Meğer pulat gibi bükülmez imiş

Seyranî'nin gözü gamla yaş imis
Benim derdim her dertlere baş imiş
Ben bağrımı toprak sandım, taş imiş
Meğer taşa tohum ekilmez imiş

Bülbül daldan dala yapıyor sekiş
O sebepten gülle ediyor çekiş
Aşkın iğnesiyle dikilen dikiş
Kıyamete kadar sökülmez imiş