1907 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sarıkaya köyünde doğdu. Babası İsmail Efendi, anası Bessey Hanımdır. Çocukluğu yokluk ve sıkıntı içinde geçti.

Henüz 7-8 yaşlarına gelmişti ki 1. Dünya Savaşı çıktı. Köyün tüm gençleriyle birlikte iki ağabeyi de askere alındı. Kısa bir süre sonra da babasını kaybetti. Küçük yaşta evin geçimini sağlamak için annesi ve ablalarıyla babadan kalma tarlalarında çiftçilik yapmaya başladı.

Köylerinde okul yoktu o yüzden hiç okula gidemedi. Okuma yazmayı köyün yaşlılarından Ali ve Abdullah Efendiden öğrendi. Daha sonra boş zamanlarında köyün küçük çocuklarına da kendisi ders vererek okuma yazma öğretmeye başladı.

Bu arada felâketlerde peşlerini bırakmıyordu. Bir kış günü annesi hastalandı. O günün şartlarında Doktor, ilâç olmadığı için de kurtarılamadı. Hüseyin’in sorumluluğu daha da artmıştı. Bütün gün çalışıyor, akşamları da babadan kalma kemanla bir şeyler çalmaya uğraşıyor, bildiği türküleri söylüyordu.

Böylelikle zaman akıp gidiyordu. Savaş bitmişti… Ağabeyleri eve döndüler. Ancak Mustafa ağabeyi savaşta yaralanmıştı. Köye döndükten kısa bir süre sonra da vefat etti.

15 – 16 yaşına geldiğinde evin idaresini Mehmet Ağabeyine bırakarak, Sarıkaya’ya komşu olan eski adı Alakilise, şimdiki adı Eskiyurt olan köyde kuzu çobanlığı yapmaya başladı. Köyün dışında, meralarda gündüz kuzuları otlatıyor, gece olunca da kepeneğini sırtına geçirip yatıyordu.

Bir sabah kuzuları otlattığı yerin biraz ilerisinde bir genç kızın babasıyla kağnıya sap yüklediğini gördü. Kim olduklarını merak etmişti.. Günlerdir insan yüzü görmediği için de canı sıkılıyordu. “Gidip hem biraz sohbet ederim, hem de sap yüklemelerine yardımcı olurum” diyerek kuzuları kağnıdan tarafa döndürdü. Yanlarına yaklaşıp kızı yakından görür görmez de içini daha önce hiç hissetmediği bir duygu kapladı, âdeta yıldırım aşkına tutulmuştu. Artık, adının Şehriban olduğunu öğrendiği kızdan başka bir şey düşünmüyordu.

Sevdasını arkadaşları aracılığı ile ağabeyine iletti. Onlar da adet ve töre gereği köyün büyüklerinden bir heyet oluşturarak gelip kızı ailesinden istediler. Ancak ne kadar ısrar ettilerse de kızın babasını bu evliliğe razı edemediler. Hüseyin çok üzüldü. Eskiyurt'u da, kuzuları da bırakarak köyüne döndü.

Uzun bir süre kız isteme olayı ve gidip gelmeler sürdü. Sonunda kızın da Hüseyin'de gönlünün olduğunu, başka birini istemediğini öğrenen büyükleri Şehriban’ı Hüseyin’le nişanladılar. Nişan olayından birkaç gün geçmişti ki Hüseyin, arkadaşı Yusuf Çavuş’a kuzuları emanet ederek nişanlısını ziyarete gitti. O zamanın geleneğine göre, kızların nişanlısıyla görüşmesi hoş karşılanmazdı. Kızın ailesi ve yakınları bu ziyaretin doğru olmadığını Hüseyin’e anlatarak sert bir şekilde uyardılar. Böyle gereksiz şekilde köye gelmemesini söylediler. Aralarında tatsız bir tartışma oldu. Şehriban’ın da büyüklerinden yana tavır aldığını gören Hüseyin sinirlendi. Çobanlık parasını da almadan buruk bir şekilde Eskiyurt’tan ayrılarak kendi köylerinin yolunu tuttu.

Köyün yakınlarına gelince pişman oldu ancak geri dönmeyi gururuna yediremedi. Kendi evine gitmek için de geçerli bir mazereti yoktu. Düşünüp bir çıkar yol bulmak için oradaki “Evlik” denilen mağaraya girdi. Biraz oturdu… Düşündü… Sonra da yorgunluktan uyuya kaldı.

Rüyasında bir deve kervanı gördü. Kervandakilerden üç kişi ellerinde birer tasla Hüseyin’in yanına geldiler ve tasın içindeki doludan içmesini istediler. Hüseyin tasları alarak içti. Uyandığında kan, ter içinde kalmıştı. Kendini farklı bir kimliğe girmiş gibi hissediyordu. Böylelikle mağarada birkaç gün geçirdi. Akrabaları onu ararken, kendinden geçmiş bir halde mağarada bularak eve getirdiler.

Hüseyin o günden sonra kimseyle konuşmaz oldu. Kemanesiyle kendi halinde çalıp söylemeye başladı.

Söylediği şiirler çok güçlü ve anlamlıydı. Türküleri dilden dile dolaşıyor, itibarı da her gün biraz daha artıyordu. Hüseyin’in Âşıklıktaki ustalığı Şehriban’ın ailesini de etkilemişti. Araya girenler de iki aileyi barıştırdılar. Bir süre sonra da iki genç görkemli bir düğün ile evlendiler.

Artık kuzu çobanlığı evin masraflarını karşılamıyordu. İlkbahar ve yazın köyünde çalışan Hüseyin, sonbaharda Çukurova’ya gidip kış bitinceye kadar da orada çalışıyordu. Bu arada bir de kızı olmuştu.

Bir seferinde Çukurova’ya giderken o Kayseri’de bulunan Atatürk’ü gördü. Hatta zorla da olsa kürsüye çıkıp irticalen Atatürk’e bir şiir okudu. Atatürk bunun üzerine onu Ankara’ya getirtip, sular idaresinde iş verdirtti.

Hüseyin Ankara’da Aşık Veysel, Ali İzzet ve Hacı Fedaî ile birlikte de çeşitli konserlere katıldı. Bu konserlerden birinde dinleyicilerden Ayşe adında bir kızla tanıştı. Bu tanışma giderek Ayşe’nin Hüseyin’e âşık olmasına neden oldu. Hüseyin evli olduğunu söylese de Ayşe’yi kendinden uzaklaştıramadı. Sonunda bu arkadaşlık âşıkla evlenmeye kadar vardı.

Bir süre sonra Hüseyin Ayşe’yi alıp köyüne getirdi; ancak bu alışılmamış durumu köylüler hiç hoş karşılamadılar. Ayşe’yi Ankara’ya göndermesi için bir yıl boyunca sürekli âşığa baskı yaptılar.

Sonunda Hüseyin Ayşe’yi “birlikte Ankara’ya gideceğiz” diyerek trene bindirdi. Tren hareket etmek üzereyken de “bilet gişesine gidip döneceğim” bahanesiyle trenden indi ve Ayşe’yi yalnız gönderdi. Arkasından da şu şiiri söyledi:

NE HALDAYIM ELA GÖZLÜ SEVDİĞİM
N'OLUR SUNA BOYLUM GÖR BENİ BENİ
YARİNDEN AYRILIP YASLI GEZENLER
HER SABAH HER AKŞAM (*)DER BENİ BENİ

KONUŞURSAN SOHBET OLAM DİL OLAM
DEĞMEN BANA YANA YANA KÜL OLAM
SEN BİR BAHÇIVAN OL BEN DE GÜL OLAM
UZAT DA ELLERİN (**)DER BENİ BENİ

İNSAN KISIM KISIM YER DAMAR DAMAR
KAŞLARIN LÂMELİF YÜZ ŞEMS-İ KAMER
O İNCE BELİNE OLAYDIM KEMER
YAKIŞIR SEVDİĞİM SAR BENİ BENİ

DEĞİŞMİŞ DONUNU OLMUŞ ÜVEYİK
ŞAHİNE BENZİYOR HEY GÖZÜ BÖYÜK
SEN BİR AVCI OLSAN BEN DE BİR GEYİK
DOLDUR TÜFEĞİNİ VUR BENİ BENİ

GÖZÜM GÖRMEZ OLDU KANLI YAŞLARDAN
YATAMIYOM HAYAL MEYAL DÜŞLERDEN
SEVDİĞİM ÜSTÜNDE UÇAN KUŞLARDAN
HER SEHER VAKTİNDE SOR BENİ BENİ

HÜSEYİN'İM USTASINI BULAYIM
DEĞMEN BANA YANA YANA ÖLEYİM
GÜZELİM KAPINA KÖLE OLAYIM
MÜŞTERİ BULURSAN VER BENİ BENİ

Ancak bu olay ona çok dokundu. Köyüne geldikten sonra günlerce yemedi, içmedi, kimseyle konuşmadı. Sürekli düşünüyor, bir türlü kendini affedemiyordu...

Sonunda bu acıya dayanamayarak verem oldu. 1942 yılının temmuz ayında vefat etti. Doğduğu köye de defnedildi.

Baştan başa hükmederdi bir zaman
Davut oğlu Sultan Süleyman d’öldü
Omuz verip Kaf Dağı’nı kaldıran
Haziret-i Hamza pehlivan d’öldü

Firavun köşküne atlı giderdi
Doğudan Batı’ya hüküm ederdi
Bin deveyi bir akçaya güderdi
Veysel Karan gibi çoban da öldü

Kalsa dünya Muhammed’e kalırdı
Can satın alınsa Nemrut alırdı
Çıkmayan canlara derman olurdu
Hekimler hekimi Lokman da öldü

Hani n’oldu “dünya benim” diyenler
Geldi geçti milyon altın sayanlar
Görünmüyor adam eti yiyenler
Koca devler ile Şahmeran d’öldü

Felek bir değirmen kurmuş öğüdür
Şahları aldatır bizi aldatır
Güzellerin efendisi beyidir
Mısırlı Yusuf-u Kenan da öldü

Türk Halkına Latin harfi okutan
Düşmanları uzaklardan bakıtan
Saltanat köşkünü yıkıp dağıtan
Atatürk gibi kahraman da öldü

Şu görünen dünya canlar da birgün
Hep ölüp giderler onlar da birgün
Ya bu gün ya yarın günlerden birgün
Derler ki: Hüseyin Görsoy da öldü

(*)Söyler.
(**)Topla, devşir.
Süleyman d’öldü: Süleyman da öldü.
Haziret-i: Hazreti.