“YÜKSEKTEN BAKAN AYDINLAR” VE “YÜKSELEN BİR DEĞER” OLARAK TÜRKÜLERİMİZ..
Unkapanı ve özel televizyonlardan sonra, yazar-çizer takımı da Türk Halk Müziği’ni keşfetti .. Ne yazık ki “aydınlarımız”, ülke gerçeklerinin çok uzağında “icra-ı sanat” eylediklerinden, beğenmedikleri Unkapanı ve özel televizyonlarla aynı çizgide buluşuverdiler. Hürriyet Gösteri’ nin 204’üncü sayısında yer alan Arzu Haksun imzalı “Müziğin Yükselen Değeri : TÜRKÜ” adlı dosya da, türünün son örneklerindendi ..
Arzu Haksun, 12 Eylül’ den sonra siyaset ve ekonomide yaşanan ahlaki çöküşü çağrıştıran bu başlığı, Unkapanı ve kimi özel televizyonların “kapkaçcı” tutumuyla özdeşleştirip kullandıysa amenna. Yok eğer yükselen satış ve rating grafiklerine bakıp aldandıysa itiraz ederiz .. (Çünkü, özel kanallar yokken ve “Tecimsel Unkapanı İmparatorluğu” iktidarını henüz ilan etmemişken de türküler vardı ve tıpkı bugün olduğu gibi ülkenin en çok dinlenilen müzik türüydü. O günlerde, Neşet Ertaş’ ın plâk ve kaset sayısı bilinmez, “Ayağında Kundura öncesi İbrahim Tatlıses’in” Elazığ’da doldurduğu kasetler kapışılır, Kâhtalı Mıçı on binlerle ifade edilen satış rakamları tuttururdu ..)
Anadolu kültürünün en önemli ürünlerinden türküleri anlatmak için, onları biraz tanımak gerekirdi. Ya da, türküleri anlatacak doğru isimlerin kapısı çalınmalıydı. Oysa ki Haksun’un dosyasında fikrine başvurulan kişilerden türküye en yakın olanları Zülfü Livaneli ve Kubat’ tı. Hal böyle olunca da hazırlanan dosya, “Belgrad ormanlarında Tarzan filmi çekmeye” benzemişti ..
Yazı, bilgisine ve birikimine itiraz etmediğimiz Mehmet Özbek’in türkü tanımıyla başlıyordu. Özbek’e göre Türkü, “Türk halkının ortaklaşa yarattığı sözlü ve ezgili ürünlerdi” Ancak çok sınırlı tutulan bu alıntı, meramı anlatmaktan uzaktı. Çünkü türkü de, diğer bütün türler gibi bireysel olarak yaratılırdı. Kaynaktan yeryüzüne ulaşan su gibi, zaman içerisinde başka kaynaklardan beslenen, ya da başka kaynakları besleyen türkü, ırmak olur, nehir olur, belli bir sürecin sonunda da Halk Müziği deryasına dökülürdü. Bu süreç, kişisel bir yaratının “Türkü” olma süreciydi ..
Aslında dosya, kendi mecrasında yüzyıllardır akıp giden türkülerin, başka denizlere yönlendirilmesi çabalarının tarihini taraflıca anlatıyordu. Türkünün derdini bir türlü anlayamayan yazar-çizer takımının, türküyü “halk adına –aslında kendileri için – anlaşılabilir kılma” çabalarının yeni bir biçimiydi söz konusu olan ..
Başka türden icracılar arasındaki türkü söyleme modası, “Halk, (...) değişik ve ‘geliştirilmiş’ bir tür ile ruhunu doyuruyor. Böylece ticari başarı için gayet uygun bir durum da ortaya çıkıyor” biçiminde yorumlanıyordu. “Bu kategorilerdekiler, halk müziği parçalarının ezgi ve yapılarını büyük oranda koruyorlar, ama bağlama ya da başka bir halk müziği enstrümanı yerine, gitar gibi batı sazlarını ön plana çıkartarak sanatlarını icra ediyorlardı” .. Kısacası, batı tekniği ve sazlarıyla türkü formu“birleştiriliyordu”.. Oldu da bitti maaşallah ..
“Merd-i kıpti, şecaat arz ederken sirkatin söylermiş ya”, işte benzersiz bir örnek. Yazar, “yapılanların ticari bir başarı için gayet uygun bir durum yarattığını söylerken, bir anlamda ağzındaki baklayı da çıkarıyor. Her “pop-star” ın kasetine bir türkü, birkaç parçaya bağlama, biraz kaval, al sana ticari başarı .. Ancak batı sazları ve tekniğinin türkü formuyla birleştirilmesi o kadar kolay değil .. Hoş Arzu Haksun’u fazlaca suçlamamak gerek. Çünkü bir sonraki sayfada, besteci Melih Kibar’ın incileri var ve Haksun’un bu incilerden etkilenmemesi mümkün değil ..
TRT’nin Halk Müziği icralarına uyguladığı denetimi, “Halk müziğinin otantikliğinin kaybolacağına dair paranoyaya varan düşünceler” olarak niteleyen Kibar, “Halk müziğini batı çalgılarıyla icra etmek mümkünken, Türk Sanat Müziğini icra etmek mümkün değil. Çünkü piyanoda do’dan do’ya 12 tuş var. Ancak Türk müziği makamlarında piyanoda olmayan sesler de var.” buyurmuş .. Besteci Melih Kibar’ı , Türk Halk Müziğini tanımaya ve piyanosunun tuşlarına bir kez daha bakmaya davet ediyoruz. Piyanoya “iki koma” tuşları eklendi de, biz mi göremedik?..
Kibar’ın incileri bu kadarla bitmiyordu .. Ona göre “Halk, türkünün basit ama doğru icra edilmiş biçimine de ilgi göstermiyordu” ve TRT yetkilileri, “Türkiye’de böyle bir hazine varken, bu hazinenin değerlendirilmesini yozlaşma olarak kabul ediyorlardı ..”
Aslında Kibar, yıllardır sürüp giden “çok seslendirme paranoyasının” temsilcilerinden sadece birisiydi. Yazıda Müzikolog Filiz Ali’nin “Çok seslendirilmiş türkülerin halk tarafından benimsenmediği” eleştirisine karşılık, “Sanat eserinde evrensel ölçüt halkın beğenisi midir” şeklindeki sorusu da yer alıyordu. Öyle ya, kendi yarattığı türküleri elinden alınmak istenen halk da kim oluyordu?..
Aynı “seçkinci” anlayışa bir örnek de, “yorumcu” Erol Büyükburç’ tan. Büyükburç, “Bu çok sesli müziği halka indirgeyebilmem için, halkın alıştığı modları ya da türküleri aranje edip çok seslendirip söylemeyi ben uygun biryol olarak gördüm ve doğru da oldu” derken, Filiz Ali “bilimsel kaygılarının” ötesinde, lafı evirip çevirmeden konuşuyordu : “O yapmıştı, olmuştu ..”
“Türkü köyü” sahipsizdi ve pop müzikçiler, o köyde eli değnekli dolaşmak istiyorlardı. Ne türkü idi asıl kaygı, ne de çağdaşlık .. Onlar, bir yandan geleneksel halk müziğine ve halkın beğenisine burun kıvırırken, bir yandan da Cumhuriyet döneminde yürütülen Klasik Batı müziği yanlısı politikaları eleştiriyorlardı. Adı üstünde, “popüler” olanın, kalıcı ve klasik olana tahammülü yoktu .. Peki, devlet bazında doğru dürüst kültür politikaları olmayan bir ulusun kültürünü kime emanet edecektik ? Unkapanı ve özel televizyonlar, her önüne gelenin ucundan kıyısından çekiştirdiği türkülerimizi, tepe tepe kullanıp sonra da buruşturup atacaklar mıydı ?..
Mantar gibi türeyen “pop-starlar” dönemini kapayan Unkapanı, şimdi de “türkücü-starlar” peşindeydi. Ama “üretilen” starlar, özel kanallarda pazarlanacağından, onların standartlarına uygun olmalıydı. Kendi çıkışıyla birlikte türküye ilginin arttığından söz eden Şükriye Tutkun, “Kent kültürüyle yetişen insan niye dinlesin türküyü ? Bizi dinleyenler kendine yakın görüyor. Hep alıştığı şeyler var. Hep alıştığı türkücü tipinin dışında insanları gördüğü zaman hoşuna gidiyor. Kubat’a bakıyor, uzun saçlı çocuk şarkı söylüyor. Benim gibi, spor giyinen, ağır makyajı olmayan bir insanı gördüklerinde sıcak geliyor. Bu dinlenebilir diye düşünüyor” derken bu gerçeğin altını çiziyordu .. (Arif Sağ’ın saçı uzun, Musa Eroğlu’nun sakalı var. Ulu Tanrı, Neşet Ertaş’ a yardım etsin..)
Hakkını yemeyelim. Şükriye Tutkun’ un tek kaygısı “biçimsel” değil tabi ki. Tutkun, “Ben Antepli ya da Diyarbakırlı değilim ki onun gibi türkü söyleyeyim. Ben onların şivesini taklit ederek söylersem, o özenti olur ve hiç yakışmaz. İstanbul doğumlu bir insanım ve İstanbul Türkçesiyle türkü söyleyeceğim” diyor ve iyi de ediyor. Ancak ta ki, “Ama bir Azeri türküyü de İstanbul Türkçesiyle söyleyemiyorum tabi” deyinceye kadar. Oldu mu şimdi sevgili Şükriye ? Diyarbakır şivesiyle komik olunuyor da, Azeri şivesiyle neden olunmuyor ?.. (Tutkun, “Ben şunu becerebiliyorum, şunu da beceremiyorum” deseydi anlardık.
Eğer gerçekten komik olup olmayacağını merak ediyorsa, Azeri şivesiyle okuduğu türküleri Azerilere dinletmesini öneririz. Boğaziçi mezunlarının ve diğer “tatlı su aydınlarının “ beğenileri kendisi için yeterli bir ölçütse, ona da bir diyeceğimiz yok ..)
Müzik geçmişini az da olsa bildiğimiz, yaptıklarını beğendiğimiz Kubat’ ın söyledikleri de oldukça şaşırtıcı. Kubat, “Ben bugün genç olarak türküleri böyle yorumlamak istiyorum. Halk müziği de bu şekilde olmalı. Türkülerin diskolara girmesi de onu zedelemez ki” diyor ve ayıp ediyor. Bir genç olarak neyi isteyip neyi istemediği Kubat’ ın sorunu ama, halk müziğinin onun istediği gibi olması ne mümkün, ne de onun üzerine vazife .. Diskolara girmekle türkülerin zedelenmeyeceği konusuna gelince. Yaşamının büyük bir bölümünü gurbette geçiren Kubat’ a “her çiçek kendi toprağında kök salar” demekle yetiniyoruz. Kubat’ ın, “Yeni besteler yapalım, eğer beğenilirse 100 sene sonra da milletin ağzında kalır ve halk müziği olur .." sözlerinin altına ise, imzamızı hiç düşünmeden koyuyoruz. Çünkü yapılması gereken asıl şey bu ..
Selmi Andak’ ın görüşleri de aynı doğrultuda .. Andak , Katıldığı uluslararası bir toplantıda dile getirilen, “Sadece yöresel ezgileri ve ritmleri alarak, etnik çalgıları kullanarak, çağdaş, yenilikçi ve ileri bir yaratıma ulaşılamayacağının” altını çiziyor ve ancak, “folklorun kaynaklarından esinlenerek tüm ulusal sınırları aşmak suretiyle ve modern normlardan yararlanıp evrensel kimliğe varılması zorunluluğunu” savunuyor ..
Andak’ ın aktardığı, “Böylece yöresel karakterin, küresel (global) bir boyut kazanabilmesi için, apayrı bir uğraş ile özgün bir türün yaratılacağı” yolundaki kongre sonucu da, Kubat’ ın sözünü ettiği “folklorik öğelerden kaynaklanan besteler yapma” fikriyle bire bir örtüşüyor. Zaten gelenekselden kaynaklanmayan ürünlerin yaşaması da olası görünmüyor ve müzikolog Feza Tansuğ’ un “Geleneksele dayalı olmayan müzikler çürüyebilmektedir.” Sözleri de, bu gerçeğin altını çiziyor..
Türküler, “yükselen bir değerolarak” değil, anlamlı değerler içeren halk kültürü ürünleri olarak ele alınmalı. Zülfü Livaneli’nin de söylediği gibi, “Bugün türkülerde bir yükselme var gibi görülüyor. Ama bu sadece medyanın ilgisinin artması olarak yorumlanmalı. Türküye duyulan ilgi, hiçbir zaman eksilmedi.(...) Kültürümüzde türkülerin yeri çok önemlidir. Karanlık denizde rota çizmemizi sağlayan birer deniz feneri gibi yolumuzu aydınlatırlar”...
HALDUN KARABUDAK
haldun.karabudak@yahoo.com